ABD kuklası veliaht prensin 2030 rüyası kabusa dönüşüyor

Genç yaşta krallığa namzet gösterilen ve Suudi Arabistan’ın gelecekteki kralı olmasına neredeyse kesin gözüyle bakılan Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın ulusal ve uluslararası aktörlere kendisini kabul ettirmek için ciddi bir başarı hikayesi yazmaya ihtiyacı vardı. Veliaht Prens tahta giden yoldaki stratejisini belirlerken askeri zafer, ekonomik başarı ve içeride politik reform şeklinde üç ayaklı bir strateji belirledi. Askeri, politik ve ekonomik alanda elde edilecek kazanımlar, çoğunluğu gençlerden oluşan Suudi toplumuna yeni bir heyecan aşılayacak ve Muhammed bin Selman’ın geniş bir meşruiyet elde etmesini sağlayacaktı.

Henüz 30 yaşına bile girmemişken, politik kariyerine hızlı bir başlangıç yapan Muhammed bin Selman 2015’te Yemen’e yönelik askeri müdahale, 2016’da "Vizyon 2030" ve 2017 yılında "Ilımlı İslam" projelerini ilan etti. Tüm bu projeler, başarılı olması durumunda, girdiği her askeri rekabette ülkesine zafer kazandıracak bir askeri kapasite, ekonomisi petrole bağımlılıktan kurtulmuş üretken ve iddialı bir Suudi toplumu ve devlete sadakatin güç ve para yerine ulusal bilinçle sağlandığı politik bir yapı ortaya çıkarmış olacaktı.

Ancak aradan geçen beş yıl bu hedeflere ulaşmanın o kadar da kolay olmadığını gösterdi. Dahası, bu süreçte girişilen iddialı ve maceracı politikalar, Suudi Arabistan’ı derin bir askeri, ekonomik ve toplumsal krize doğru sürüklüyor. Özellikle geçtiğimiz Mart ayı başında Muhammed bin Selman’ın inisiyatif alarak Rusya ile başlattığı petrol savaşıyla petrol fiyatlarının tarihin en büyük çöküşünü yaşaması Suudi ekonomisine ağır bir yük yüklemenin ötesinde Suudi Arabistan’ın en önemli müttefiki olan ABD’nin, Suudilere yüz yıla yakın bir süredir sağladığı siyasi desteği de sonlandırabilir.

 

Askeri başarının imkansızlığı

Askeri başarı Arap toplumunda lidere sadakatin en önemli unsurlarından biridir. Suud ailesi (Al Suud), devletin kurucusu Kral Abdülaziz bin Suud’dan sonra parlak bir askeri zafer kazanamamıştır. Bu yüzden Abdülaziz bin Suud’un 1902 yılında Riyad’ı, Raşidi emirliğini yenerek, fethetmesi Suudilerin son yüzyılda kazandığı en önemli ve tek askeri zafer olarak durmakta. Abdülaziz bin Suud, ailesiyle birlikte Kuveyt’te sürgündeyken babası Abdurrahman bin Faysal bin Türkî el-Suud’dan izin alamadan gizlice bu saldırıyı gerçekleştirmiş ve henüz 27 yaşındayken kazandığı bu göz kamaştırıcı zafer, onu, babası hayattayken, Suudi uleması ve hanedan üyelerinin oyuyla Suudi tahtına taşımıştı.

Yemen, Suudi Arabistan’ın son yüzyılda karşı karşıya kaldığı en önemli ulusal güvenlik tehditlerinden birini oluşturuyor. Devletin kurucusu Abdülaziz bin Suud bile 1953 yılında vefat ederken bu tehlikeye işaret etmiş ve evlatlarına "Yemen’i zayıf tutun" tavsiyesinde bulunmuştu. Suudi devletinin kuruluş sürecinden itibaren günümüze kadar yaklaşık yüz yıldır Yemen kaynaklı tehditler Riyad’daki yöneticilerin başını ağrıtan en önemli ulusal güvenlik sorunu olmuştur. Ülke toplumsal ve siyasal hafızasında böyle önemli bir tehdit algısını temsil eden, dedesi Abdülaziz bin Suud, amcaları Faysal, Fahd ve Abdullah’ın bile tam olarak üstesinden gelemediği Yemen sorununu parlak bir askeri zafer kazanarak halletmek, Muhammed bin Selman’ı, Riyad’ı fetheden dedesi Abdülaziz bin Suud gibi tam bir ulusal kahraman yapabilirdi.

Ancak Suudi askeri kapasitesine, uluslararası politik düzene ve bölgesel rakiplerin askeri kapasitelerine dair yapılan yanlış hesaplamalar ve ulusal güvenlik meselelerinin içerideki taht mücadelesine alet edilmesi herhangi bir başarı kazandırmadığı gibi Suudilerin kıt ekonomik kaynaklarını tüketti; hem İslam dünyasındaki hem de uluslararası arenadaki imajlarına önemli ölçüde zarar verdi. Muhammed bin Selman iki yüz bini aşkın mevcudu ve en modern silah sistemleriyle donatılmış Suudi askeri kabiliyetine güvenmişti. Ancak Yemen savaşı, asker sayısı ve silah teknolojilerinin cephede zafer kazanmak için yetmediğini ortaya çıkardı.

Yine Muhammed bin Selman başta ABD olmak üzere Batıdaki Suudi müttefiki devletlerin tıpkı geçmişte olduğu gibi Yemen savaşı sürecinde de ülkesine yardım edeceğini hesaplamıştı ancak bu konuda da yanıldı. Batılılar, Suudi Arabistan’a Yemen savaşı sürecinde çok sınırlı ve gönülsüz bir destek sağladılar. Son olarak, Yemen gibi mühim bir ulusal güvelik meselesinin taht oyunlarına alet edilmesi savaş sırasında askeri güç projeksiyonunu zaafa uğrattı. Çünkü Yemen’e yönelik savaş kararı alındığında Suudi askeri kabiliyetlerinin bel kemiği olan Ulusal Muhafızların komutanı ve önceki kralın oğlu Mutib bin Abdullah yurt dışındaydı ve Riyad’da bu karar alınırken fikri dahi sorulmamıştı.

Geçen hafta Suudilerin yeni tip koronavirüsle (Kovid-19) mücadeleyi bahane ederek ilan ettikleri tek taraflı ateşkes Yemen’den çekilmenin ilk adımlarından biri olacağa benziyor. Çünkü uzun süredir Suudi iç kamuoyunda ve hanedan çevrelerinde bu savaşın anlamsızlığı ve Suudi ekonomisi üzerine yüklediği gereksiz yük yüksek sesle tartışılmakta. İçinde bulunduğumuz süreçte Suudilerin ulusal onurlarına zarar vermeden Yemen’den çekilmenin yollarını aradıklarını söyleyebiliriz.

 

Ekonomik başarı planları suya düştü

Başından beri ekonominin petrole bağımlı olmasını ve ülkedeki politik istikrarın kırılgan petrol fiyatlarına olan duyarlılığını, Suudi devletini yeniden yapılandırmak ve bu sayede taht üzerindeki iddialarını meşrulaştırmak isteyen Muhammed bin Selman çok önemli bir fırsat olarak gördü. Veliaht Prens 2016 yılında ilan ettiği Vizyon 2030’un üç teması olduğundan bahsetmişti: Gelişen bir ekonomi, iddialı bir ulus, dinamik bir toplum.

2000’li yılların başlarından itibaren ABD’de ortaya çıkan “kaya gazı” devrimi Suudilerin küresel enerji piyasasındaki tahtını sarsan bir süreci başlattı. Uzun yıllar siyasi meşruiyetin en önemli aracı olan petrol gelirlerinin azalma ve hatta bitme noktasına gelme ihtimali Suudi Arabistan için korkunç bir senaryo. Muhammed bin Selman ülkenin sahip olduğu devasa enerji rezervini ve uzun yıllardır petrolün yüksek fiyatına bağlı olarak birikmiş olan fonları bir kaldıraç olarak kullanarak ülkede ekonomik bir dönüşüm başlatabileceğini hesapladı. Bu şekilde politik istikrarın en önemli bileşeni olan ekonomik istikrarı garanti altına alacak ve hızlı bir şekilde büyüyen ekonomisiyle Suudi Arabistan Orta Doğu bölgesinin ekonomi ve finans merkezi haline gelecekti.

Ancak bir taraftan ABD ve Rusya gibi çok büyük iki aktörün küresel enerji piyasasında artan rolü ve Kovid-19 sürecinde yaşanan talep daralması petrol fiyatlarında son on yılda yaşanan ikinci düşüş dalgasını başlattı. Şöyle ki petrol fiyatlarındaki ilk düşüş dalgası, Haziran 2014 tarihinde 110 dolar civarından birkaç ay içerisinde yüzde elli azalarak 50-60 dolar bandına inmesiyle yaşandı. İçinde bulunduğumuz dönemde de petrol fiyatları daha sert bir düşüş dalgasıyla 60 dolar bandından 12-20 dolar bandına geriledi. Geçen hafta OPEC+ ülkelerinin imzaladığı ve miktar olarak küresel enerji tarihinin en büyüğü olan Mayıs başında yürürlüğe girecek 9,7 milyon varillik üretim kesintisine rağmen petrol fiyatları son kırk yılın en düşük seviyesi olan 20 dolar civarında kalmaya devam etti.

Son beş yılda petrol fiyatlarındaki yüzde seksene varan bu gerileme, Suudi bütçesine çok ağır bir yük yükledi. Üstelik Arap Baharı sürecinde Riyad’ın bayraktarlığını yaptığı demokrasi ve insan hakları temelli sokak hareketlerinin ortaya çıkardığı devrimci dalgayı tersine çevirme politikası ve Yemen savaşı Suudilerin harcamalarını katlayarak artırmıştı. Yaşanan bu petrol şokuna ilaveten Kovid-19 sürecinde iptal edilen hac ve umre vizeleri ülkenin petrolden sonra en önemli ikinci gelir kaleminin de tükenme noktasına gelmesine yol açtı. İki kutsal beldenin (Mekke ve Medine) 1798 yılında Napolyon’un Mısır’ı işgalinden beri ilk defa ibadete kapanıyor olması sadece ekonomik kayba değil Suudilerin İslam dünyası üzerinde iddia ettikleri ideolojik liderliğe de zarar vermiş oldu.

Petrol fiyatlarının bugünkü seviyede devam etmesi durumunda Suudi Arabistan’ın gelirlerinde yüzde 40'lık bir azalmaya kesin gözüyle bakılıyor. Altı ay önce değeri 1,8 trilyon dolar olarak hesap edilen ve dünyanın en büyük halka arz operasyonunu gerçekleştiren ARAMCO, tarihinin en büyük kayıplarından biriyle karşı karşıya. Suudi borsasının en önemli şirketi olan ARAMCO hisselerinin değer kaybı son üç ayda yüzde 25’i aştı ve şirketin mali değeri yüz milyarlarca dolar eriyerek 1,5 trilyon doların altına geriledi. Geçen hafta Reuters’ın geçtiği “ARAMCO 10 milyar dolar kredi için uluslararası finansörlerle görüşüyor” başlıklı haber dünyanın en değerli şirketinin mali durumunu özetlemek için yetiyor.

2016 yılında yayınlanan Vizyon 2030 belgesinde yüzde 30 olarak belirlenen kamu borç tavanının geçtiğimiz günlerde yüzde 50’ye çıkarılması da önümüzdeki dönemde Suudi ekonomisinin seyrine dair yeterli ipucu vermekte. Zaten 2019 yılı Aralık ayında ilan edilen 2020 yılı bütçesinde 50 milyar dolar ile ülke tarihinin en büyük bütçe açıklarından birinin verileceği hesaplanmıştı. Üstelik bu bütçe hazırlanırken petrol fiyatları 60 dolar bandında seyrediyordu. Petrol fiyatlarının son dönemde kaydettiği tarihi düşüşün bu bütçe açıklarını artıracağına kesin gözüyle bakılıyor.

Bu yüzden Riyad yönetimi Mart ayında, 2020 bütçesinden yaklaşık yüzde beşlik bir kesintiye giderek hükümet harcamalarını 13,2 milyar dolar azaltacağını ve harcamaları yüzde 20 oranında daha kısmak için acil durum planları hazırladığını ilan etti. Petrol fiyatlarının düşük seyrettiği bu süreçte ekonomisi krize giren sadece Suudiler olmadı. Birleşik Arap Emirlikleri yönetimi de düşük petrol fiyatlarının yol açtığı finansal krizi aşmak için 7 milyar dolar borç almak zorunda kaldı.

Tüm bunlar göstermekte ki son 10 yılda küresel enerji piyasasında yaşanan köklü değişimler ve Kovid-19 sürecinde yaşanan ekonomik daralmaya bağlı olarak sert bir şekilde azalan petrol ve hac-umre gelirleri Muhammed bin Selman’ın dört yıl önce planladığı ekonomik başarı hikayesini imkansız kılmaktadır. Bu süreçte sadece aşırı iyimser bir atmosferde planlanan ve Suudi bütçesi için çok büyük bir yük getiren Yemen savaşı ve tüm Orta Doğu bölgesinde sürdürülen karşı devrimci politika da uğrunda harcanan onca kaynağa rağmen Suudilere bir başarı kazandırmadı. 2015 yılında Selman bin Abdülaziz kral olduğunda 732 milyar dolar olan rezervler dört yılda izlenen maceracı politikalar yüzünden 233 milyar dolar eriyerek 499 milyar dolara geriledi. Üstelik bu süreçte istenilen hedeflere ulaşmak için sürdürülen agresif ve iddialı dış politika Suudilerin hem İslam dünyasındaki hem de uluslararası arenadaki itibarına çok önemli zararlar verdi.

 

Çöken petrol fiyatlarının yüklediği siyasi maliyet

Geçen hafta varılan üretim kesintisi anlaşmasına rağmen fiyatların beklenen düzeye çıkmaması yeni kesintileri gündeme getirecektir. Özellikle petrolün vadeli piyasalarda işlem görmeye başladığı 1983 yılından beri en kötü gününü yaşadığı 20 Nisan Pazartesi günü, piyasada ürün bolluğunun yol açtığı stok fazlasıyla ABD petrolünün fiyatının eksiye (-40 dolar) düşmesi, ABD’li petrol şirketinin para kazanmasını imkânsız hale getirdi.

Yapılan hesaplamalara göre ABD petrolünün fiyatının 20 dolar olması durumunda 533, 10 dolar olması durumunda ise bin 100’den fazla ABD’li petrol şirketi 2021 yılı sonuna kadar iflas başvurusunda bulunmak zorunda kalacak. Kovid-19 sürecinde adeta patlayan işsizlik oranlarıyla mücadele eden ABD ekonomisinin bu şoku kaldırması oldukça güç görünüyor.

Yaklaşan ABD seçimlerinin Donald Trump yönetimi üzerinde oluşturduğu baskı ve enerji piyasasındaki bu dalgalanmayla birlikte Washington’un Muhammed bin Selman üzerindeki baskısı artacaktır. Mart ayı başındaki OPEC+ zirvesinde petrol savaşını başlatanın Veliaht Prens olduğuna dair ABD başkentinde oluşan güçlü kanaat Muhammed bin Selman yönetimine, petrol gelirlerinin dibe vurduğu bu süreçte, artan ekonomik yükün ötesinde, siyasi bedeller de ödetecektir.

Düşük petrol fiyatlarının ABD ekonomisi için ortaya çıkardığı fatura ağırlaştıkça önce ABD basın yayın ve iş çevrelerinde daha sonra da siyasi çevrelerinde Muhammed bin Selman’a olan desteğin yüksek sesle sorgulanmasına yol açacaktır. Bugünlerde ABD basın ve siyaset çevrelerinde, Muhammed bin Selman’ın ABD petrol endüstrisini mahvetmeye yönelik politikalar takip ettiğine dair çok sayıda iddia yazılıp söylenmeye başlandı bile. Başta ABD olmak üzere Batı kamuoyunda Muhammed bin Selman aleyhine ortaya çıkabilecek tepkiyi anlayabilmek için 1973 yılında amcası Kral Faysal’ın öncülük ettiği petrol ambargosunun küresel ekonomide meydana getirdiği olumsuz etkiler sebebiyle ABD ve Avrupa’da bu süreçte atılan gazete manşetlerine bakmak yeterli olacaktır.

Son dönemde Suudi Arabistan’da yaşanan bu gelişmelerin hem Suudi iç siyasetinde hem de bölgesel çapta önemli sonuçları olacaktır. Suudi iç siyasetinde Muhammed bin Selman’ın ağırlaşan meşruiyet krizi içerideki taht kavgasında elini zayıflatacaktır. Bu süreçte Veliaht Prensin rakiplerine ve muhalif prenslere karşı daha baskıcı bir politikaya yöneleceğini tahmin edebiliriz.

Kovid-19 sürecinin yol açtığı küresel ekonomik kriz ve Kasım ayında yapılacak olan ABD başkanlık seçimlerinin sonuçları da Veliaht Prensin politik kariyerinde önemli sonuçlar doğuracaktır. Petrol fiyatlarının negatife düştüğü bir atmosferde Washington'da petrol savaşını başlatan aktör olarak görülen Muhammed bin Selman’a yönelik destek önemli ölçüde azalacaktır. Hem ekonomik hem de politik gerekçelerle eli zayıflayan Veliaht Prensin içerideki rakipleri bu süreçte yeni girişimlerde bulunabilirler.

Bölgesel çapta ise Suudilerin yaşadıkları askeri kapasite zaafları ve ekonomik darboğaz, geçmiş yıllarda Suudilerin oldukça etkin olduğu, Körfez, Kızıldeniz ve Doğu Akdeniz’de güç boşluklarına yol açabilir. Suudiler bu bölgelerdeki müttefiklerine uzun yıllardır sağladıkları finansal destekleri bundan sonra sağlamakta güçlük çekecekler. Son günlerde Libya’da, Körfez destekli Halife Hafter güçlerinin Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) karşısında mevzi kaybetmeye başlaması oluşabilecek bu güç boşluklarının ilk işaretlerinden biri.